Fazıl Say’a göre, ‘’şair olarak ‘Nazım
Hikmet’ atmosferinin yaratılması ve onun müzikle portresinin çizilmesi,
şiirlerdeki ifade derinliğini müzik diliyle anlatmaya bağlıdır’’
Aralık ayında gittiğim ‘Nazım
Oratoryosunun’ el broşürünü okurken en çok bu cümleyi sevmiştim. Ama nasıl
olabilir diye düşünürken, kendimi ilerleyen saatlerde müziğe ve şiirlere
kaptırdığım zaman daha iyi anladım. Fazıl Say bu düşüncesini satırlara
dökerken, çoktan başarmış olduğu bir şeyden bahsediyormuş.
Genco Erkal, ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve
hür, Orman gibi kardeşçe’ diye bağırırken, müzikte ağaç hışırtıları sanki ona
eşlik ediyor gibiydi. O an inanın sizde kalkıp bağırmak istiyorsunuz : Tek ve
Hür diye !
Genco Erkal - Yaşamaya Dair
Ancak bugünki yazımın amacı bu konseri
anlatmak değil, konser öncesinde sorguladığım bir sorunun cevabını sizinle
paylaşmak aslında... Oratoryonun orkestra, koro ve solo sesler için
bestelenmiş, kutsal nitelikli müzik yapıtı tanımını düşündüğümde kafamda Nazım
ve Oratoryoyu pek bağdaştıramadım.
İşte bu noktada Fazıl Say bizi şöyle
aydınlatıyor : ‘’Nazım, opera ve oratoryo gibi sahne müziklerine yakınlık
göstermekte, ancak kuruluşu ve içeriğiyle onlardan ayrılmaktadır’’
Zaten oratoryolarında günümüzde sadece
dini konuları işlediğini söylemekte yanlış olur. Tamam, ortaya çıkışı Roma’da 16.yüzyılın
2. Yarısında daha çok tamamen kilise ile ilgili bir müzik türü olaraktır. Hatta
çileyi anlatan dini şarkıların oratoryoyu ortaya çıkarttığı bile söylenir. Oratorium
tarikatının kurucusu Aziz Philip, kiliselerde düzenlediği toplantılarda
söylenebilmesi için ilahi benzeri müzikli ayinler yazılmasını isteyince sonuç
tarikatın isminden gelen ‘Oratoryo’ lar olarak
karşımıza çıkar.
Oratoryo
ile opera arasında ki bağlantıya gelecek olursak...
Oratoryo, opera gibi koro, solist, değişik
karakterler ve aryalar içerebilir. Ama yine de oratoryo tam bir konser parçası
iken, opera daha tiyatral yönü ağır basması ile bilinir. Örneğin, oratoryoda
karakterler arasında bir ilişki, kostümler ile şekillendirilme durumu ya da
sahne düzenlemesi yoktur. Bir diğer farklılık, opera tarih ve mitolojiden ilham
alır. Operalar aldatma, cinayet ya da romantizm gibi konuları işlerken,
oratoryo genellikle dini / kutsal konuları işler. Kafanızda daha da netleşmesi
için aslında şöyle diyebiliriz. Operanın çıkışı ile halkın kiliseye ilgisinin
azalması problemi ile karşılaşan kiliseler, dini metinlerin yer aldığı, dünyevi
konuları değil de, daha dini alemden bahseden opera formuna benzeyen eserler
ortaya çıkartırlar. Farklılıkta burdan ortaya çıkar.
Başka Türk Oratoryolarını merak ederseniz,
Nazım dışında ben iki taneye daha rastladım. Biri Türk Beşleri üyesi Ahmet Adnan
Soygun’un ‘’Yunus Emre Oratoryosu’’ (1946), diğeri ise Nevit Kodallı’nın
‘’Atatürk Oratoryosu’’ (1953).
Peki Nazım’ı neden yazdım diye sorarsanız?
Öncelikle hayatımında etkilendiğim nadir konserlerdendi. İzlenmesini kesinlikle
tavsiye ederim. Ama dahası Moskova’da yaşarken, Nazım Hikmet’in mezarını
ziyaret etmiş olmam ve sunduğum radyo programlarında sık sık Nazım Hikmet’e yer
vermeleri Nazım-Rusya ikilisini beynime kazıdı. Çalıştığım devlet radyosunda
Nazım Hikmet’in yıllar önce kendi sesinden okuduğu şiiri dinlediğim gün ise,
dün gibi !
Şimdi sizi oratoryonun en sevdiğim bölümü
ile başbaşa bırakıyorum…
Zuhal Olcay - Memleketim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder